Muzik calici calismiyor


Serpuş Meselesi

Tür:

Şapka İnkılâbı, bütün inkılâplar arasında en çok tepki göreniydi. Bunun nedenini resmî tarih, her türlü muhalefet durumunda yaptığı gibi, “irtica” ile açıklar. Onlara göre “Bir takım gericiler şapkayı bahane ederek halkın din duygusunu sömürmüş, ilerici atılımlara engel olmaya çabalamışlardır.” Meseleyi bu basitlikte görmek isteyenler şapka inkılâbının aslında halk tarafından olumlu ya da olumsuz bir tepki verilebilecek tek inkılâp olduğunu göz ardı ederler.

Saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, Ankara’nın başkent olması, kadın erkek eşitliğinin kanuna bağlanması, lâkap ve ünvanları kaldırılması, soyadı kanunu, tevhid-i tedrisat, harf inkılâbı, vb. Bunların hiçbirinin halkın günlük yaşantısında bir etkisi yoktur zaten. Şapka kanunu, halkın günlük yaşantısına doğrudan müdahale eden tek inkılâptır. Başkentin İstanbul’dan Ankara’ya taşınmasının Kastamonulu köylü üzerinde ne etkisi olabilir? Oysa şapka kanunu sosyal hayata müdahale etme biçimi dolayısıyla aslında bütün inkılâpların test alanı işlevi görmüştür. Bu anlamda öngördüğü değişiklik açısından önemsiz ama halkın tepkisini ölçmede kesin sonuç vermesi bakımından önemli bir adımdır. Kamuran Özdemir tarafından hazırlanmış Cumhuriyet Döneminde Şapka Devrimi ve Tepkiler başlıklı tez bu nedenle ilgimi çekti. Bu tezden hareketle bir iki kelam etmeye çalışalım.

Yumuşak bir giriş yapalım. Özdemir, Orhan Koloğlu’ndan aktarıyor:

Fesi Türkiye sınırları içinde kaldıracak olan Atatürk’ün fese karşı tepki geliştirmesine sebep olan olaylar 1908 ile 1913 arasında meydana geldi. Bu olayların ilki Mustafa Kemal’i, Trablus’a götüren vapurun Sicilya’ya uğramasıyla yaşandı. Mola sırasında açık fayton kiralayıp şehri dolaşmaya çıkan Mustafa Kemal, mahalle çocuklarının fesli yabancıyı limon kabuğuna tutmasıyla karşılaştı. Bu olaya tepkisini şöyle dile getirmişti: “Sicilyalı çocukların terbiyesizliğine değil, neden böyle yabani bir başlığa esir olduğuma kızmıştım.” İkinci olay ise Fransa’da Pikardi askeri manevraları sırasında yaşandı. Her ülkeden gelen subayların tartışmaları sırasında Mustafa Kemal genellikle Avrupalı uzmanların savunduğunun aksi bir tezi savundu. Dinleyiciler bu sözlere dudak büktüler. Oysa iddianın doğruluğu ertesi gün manevraların gelişmesiyle ortaya çıktı. O zaman bir yabancı albay bu dudak bükmenin nedenini şöyle açıkladı: “Sizin görüşünüzün doğru olduğu dün akşamdan belliydi. Fakat ne diye bu tuhaf başlığı giyersiniz? Başınızda bu oldukça kafanıza kimse itibar etmez.”

Tarihçi Orhan Kologlu

Gülmeden okumak kolay değil bu satırları. Gülümseten bir alıntı daha:

Hüseyin Cahit Yalçın da anılarında, Avusturya’da (1908 yılında) okul çocuklarının kendisiyle Cavit Bey’i sokakta fesle görünce “pek şaşılacak bir manzaraya rastlamışlar gibi haykırarak, birbirlerine haber verdikleri”ni anlatmıştı. Hüseyin Cahit, 31 Mart Olayı nedeniyle Türkiye’den kaçabilmek üzere vapura binebilmek için şapka giydiğini, ancak Romanya’ya iner inmez kafasına yeniden fes geçirdiğini de anlatmıştı. Bu olayın en önemli yanı 20. yüzyıl başında Osmanlı toprakları içinde bir dokunulmazlık sağlayabilmek için şapkadan medet umulması ve şapkanın simgelediği yabancı güce kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanılmasıydı.

Hüseyin Cahit Yalçın

Anlaşılan o ki, bu serpuş meselesi o dönemde Osmanlı aydın zümresinde bayağı önemli bir konu haline gelmiş. Kafasında şapkayla dolaşanın ahali karşısında dokunulmazlık kazanması da hasta adamın hastalığının derecesi hakkında fikir veriyor.

Belki 20. yüzyılın başında kafaya takılan takkenin insanın kimliğiyle, kişiliğiyle bir ilgisi olduğunun düşünülmesi normaldi, ama bugün kalpağı bir ideolojik simge haline getirme çabası komik gerçekten. Kalpak II. Meşrutiyet’ten sonra da rağbet gören bir başlık olmuş.

Batı’nın Türkiye üzerendeki etkisi arttıkça “Avrupa görmüşlerde” fese karşı oluşan tepki de şiddetlendi. Çünkü fes geri kalmanın bütün suçlusu olarak görülüyordu. Bundan dolayı, II. Meşrutiyetle beraber Genç Türklerde fesin yerine yeni, ancak şapka olmayan bir başlık koyma çabaları görüldü. 1908 İhtilalcilerinin büyük kısmının başında, Orta Asya’dan Türklerin getirdiği, fakat sonradan yalnız Hıristiyan reayanın kullandığı, 19. yüzyıl ortalarında onların da kafalarından attıkları kalpak vardı.

Bu alıntının da sezdirdiği üzere, şapkaya karşı bir tepki var Osmanlı aydınlarında. Festen mutlu değiller, değiştirmek istiyorlar, ama hemen şapkaya da geçemiyorlar. “Şapkalı gâvur” ilan edilme ihtimali bu düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye itiyor onları. Şapkayı kimliğinin doğal bir parçası olarak giyebilen Avrupalılara duyulan saygı ve Batılılaşma çabası ile kendi kültürünü inşa etme gayretinin çatışmasını görüyoruz sanırım.

Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhak etmesi fesi tekrar birinci plana çıkardı. Bu olay fesin şapkalılara karşı kinini artırdı. Balkan Savaşları fes-şapka çekişmesine yeni bir gerginlik getirdi. Osmanlı Devleti fes ithalâtının büyük bir kısmı Avusturya’dan yaptığı için, bu mallara boykot ilan edildi. Selanik’e giren Yunan kuvvetlerinin esir Türk erlerinin ve subaylarının feslerine haç işareti çizmeleri veya yapıştırmaları, başlığın bir dini inancın temsilcisi sayılması eğilimini büsbütün kuvvetlendirdi. Hatta bu savaşla ilgilenen Hindistan Müslümanları arasında, fesi dini nitelik sayan inancın kökleşmesine yol açtı. Bu yıllarda da yabancılarla yapılan anlaşmalara “fes giyme” şartı konmaya devam etti.

Kurtuluş Savaşı ortamında hava tümüyle şapkanın aleyhineydi. Halk arasında kötülük yapan bir Hıristiyan “gâvur”, çok kötüsü ise “şapkalı gâvur”du. Şapka konusunda bir fikir birliği yoktu. Şapkadan yana olanlar sakınarak gidilmesini öneriyorlardı. Halkın tepkisi dikkate alınarak “alıştırma süresi” kabul edilmeli, önce bazı kimseler şapka giymeli, saldıranları polis önlemeli, şapka giyme özgürlüğü anlatılmalıydı. Ordunun kullandığı “Enveriye” adlı başlık katılaştırılmalı, sonra devlet memurlarına zorunlu tutulmalı böylece 3–5 yıl sonra şapka yerleşebilirdi. Ayrıca şapka adı kullanılmamalı, “Siper-i Şemsli Serpuş”, yani güneş siperli başlık adı verilmeliydi.

“Şapka takalım, ama adına başka bir şey diyelim, belki millet anlamaz.” Bunun adı aşağılık kompleksi değilse nedir Allah aşkına?

Pekiyi bildiğimiz gibi şapka konusundaki değişikliğin ilk işareti Mustafa Kemal’in Kastamonu seyahati (23 Ağustos – 3 Eylül 1925) sırasında verilmiştir. Şapka kanunu bu geziden yaklaşık 3 ay sonra çıkarılmıştır. Şimdiye kadarki alıntılarda gördüğümüz gibi Osmanlı’nın son yıllarında aydın zümre şapka konusunda bir kafa karşıklığı yaşıyor. Tezde, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının geziden önceki akşam şapka konusunu masaya yatırdıkları aktarılıyor. Bu konuda Mustafa Kemal dahil çok sayıda kişinin oldukça temkinli oldukları görülüyor. Ulema tarafından dinin sembollerinden biri olarak görülen fesin atılıp yerine şapkanın getirilmesinin yol açabileceği infial şapkadan yana olanları ürkütüyor olmalı. Halkın gündelik yaşamına doğrıdan müdahale etmeyi öngören böylesi bir adım kurulmakta olan yeni devletin halk üzerindeki gücünü test etmek açısından elverişli, bir o kadar da riskli görülmüş olmalı.

Mustafa Kemal’in Kastamonu’ya gelişinde ve karşılanması sırasında ilk defa “Panama Şapkası ile görünmesi, halkı başı açık selamlaması üzerine, o sırada Kastamonu Valisi olarak görev yapan Kıbrıslı Fatin Bey ile Kastamonu milletvekili Mehmet ve Ali Rıza Beyler ile bir kısım Kastamonulular, bazı memur ve adliyeciler bunu bir işaret sayarak alelacele terzilere beyaz renkte kumaştan şapkaya benzeyen başlıklar yaptırarak giydiler.

Konu bu dönüşüme yönelik tepkilere gelince işler biraz karışıyor. Zaten öteden beri şapka kullanmaktan yana olanların olayı sevinçle karşıladığını kestirmek güç değil. Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığı üzere şakşakçılar da konu üzerine hiç düşünmemeyi tercih etmişler. Nitekim iki gün sonra Mustafa Kemal Kastamonu’ya geri döndüğünde bütün erkânı şapkalı bulur. Gerek tezde, gerekse genel olarak Kemalist literatürde tepkilerle ilgili ciddi bir tutarsızlık vardır. Şu paragrafa bakalım:

Bu geziden de anlaşılacağı gibi sosyal alanda yapılan bir hareket topluma benimsetilerek uygulandığı için, zor kullanma yoluna gidilmemişti. Devrimin uygulanıp uygulanmaması toplumun vicdanına bırakılmıştı. Gerek Şapka Devrimi, gerekse kendinden sonra yapılacak sosyal devrimlerde uygulama, kanun beklemeden gerçekleşmişti. Halk, kanun nerede diye sormadan, yaptırıma gerek duyulmadan benimsemiş ve uygulamıştı. Toplumun benimsediği hedeflerin karşısına çıkmak isteyenler zorla, baskı ile, şiddetle de olsa yola getirilmişlerdi.

Şapka kanunu çıkar çıkmaz köprünün iki başı ile anayol kavşaklarına yerleştirilen polisler fesleri ve feslileri toplamaya başladılar.

Önce devrimlerin halk tarafından hemencecik, hiçbir baskıya gerek kalmadan benimsendiğini söyleyip ardından tepki gösterenlerin şiddetle bastırıldığını eklemek ne yaman bir çelişkidir?

İşin ilginç yanı, şapka giyilmeye bir şekilde karar verilmiş olmasına karşın giyilen şeye “şapka” demek konusunda hâlâ isteksiz olunması:

Mustafa Kemal’in işareti üzerine şapka konusu gazetelerde de yankı buldu. Birçok gazete “Şemssiperli Serpuş”u çeşitli adlar altında işlediler. Şapka diyebilme konusunda gazeteler ve gazeteciler zorlandığı için birçok yeni kelime icad edildi. Ancak Mustafa Kemal, bu başlığın adının “Şapka” olduğunu belirtmesi üzerine bu konudaki sıkıntılarda giderildi.

Herhalde gazeteciler “Biz nasıl da akıl edemedik, bu yeni kelimeyi hemen, kendiliğimizden benimseyelim” diye düşünmüşlerdir.

Şapka Kanunu çıkarıldıktan sonra şapkanın dinen caiz olduğuna dair hutbeler okutuluyor, çeşitli yayınlarla şapkanın yararları anlatılmaya çalışılıyor. Halkta şapkaya karşı yerleşmiş bulunan önyargılar değiştirilmeye, özellikle işin dinî boyutu ele alınmaya uğraşılıyor. Bütün tepkiler, doğal olarak, olumlu olmuyor. İlk tepki bir milletvekilinden, Nurettin Paşa’dan geliyor. Cumhuriyet gazetesine göre;

Nurettin Paşa Mecliste hiç ağzını açmayan, varlığı neredeyse unutulacak bir milletvekiliyken, birden ortaya çıkması, şapka aleyhinde takrir vermesi memleketin bazı yerlerinde korkudan sinmiş, uyumuş olan irtica ile bilenenleri canlandırmış, ayaklandırmış, irtica hareketlerini körüklemişti. Gazete, daha da ileri giderek böyle bir kişinin milletin duygularına tercüman olan Millet Meclisinde değil de, İstiklal Mahkemesinde veya zindanda olması gerektiğini söyleyerek, “Şapkayı değil fesi, inkılâbı değil irticayı, ilerlemeyi değil yerinde saymayı” savunan Nurettin Paşa’yı bu milleti temsile layık bulmuyordu.

Sakallı Nurettin Paşa

Cumhuriyet gazetesinin o yıllardan bugüne dek sürdürmekte beis görmediği embedded gazeteciliğinin güzel bir örneği değil mi bu satırlar?

“Şapka Giyilmesine Dair Kanun” Tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ ne görüşülürken tasarıyı geçirmek çok kolay olmadı. Taslağın anayasaya aykırı olduğunu Sakallı Nurettin ileri sürdü. Bunu ileri süren Bursa Milletvekili Nurettin Paşa’ ya, Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt çok sert çıktı: “Hürriyetin nasibi, irticanın elinde oyuncak olmak değildir! Ülkenin çıkarlarına olan şeyler hiçbir zaman anayasaya aykırı olamaz” Herkes sustu, Şapka kanunlaştı. (Kasım 1925)

Mahmut Esat Bozkurt

Mahmut Esat Bozkurt

İskilipli Atıf Hoca’nın şapka kanununun kabulünden bir buçuk yıl önce yazdığı Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı broşüründen dolayı İstiklâl Mahkemelerinde yargılanıp asılmasından (kitaptan beraat ediyor ama kelleyi kurtaramıyor) başka halkın bu değişikliği hazmetmesi de kolay olmamıştır.

İskilipli Atıf Hoca

Hükümetin tepesinden gelen giyim-kuşamda yenileşme hareketiyle, halkta da bir takım kıpırdanmalar oldu. Ankara’ya, Valiliklere protesto telgrafları gönderen, hatta istifasını veren memurlara rastlandı. Halkı şapka giymek konusunda, ikna edebilmek için kendi iradesiyle giymeyenlere zorla kabul ettirme yolu izlendi. Kentlere polis köylere de jandarma gönderilerek sokaklarda fes giymiş insanların başlarındaki fesler toplatıldı. Fesi giymekte ısrar edenler cezalandırıldı ya da hapse atıldı. Hatta pazara gelen köylülerin fesleri kafalarından çekilip alındı. Köylüler buna karşı koymalarına rağmen evlerine başı açık dönmemek için yüksek fiyatlara şapka almak zorunda kaldılar. Çünkü başın açık olması düsüncesini utanç verici bir durum olarak değerlendiriyorlardı.

Aktarıldığına göre, Mete Tunçay, şapka inkılabına yönelik tepkilerin İstiklâl Mahkemeleri tarafından sindirilmesi üzerine, gerçekten fese göre daha pahalı olduğu halde kimsede şapkanın pahalı olduğunu söyleyebilecek hâl kalmadığını, çünkü artık sorunun fesi ya da şapkayı değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmek olduğuna vurgu yapıyor. Bu dönemde sinmek zorunda kalan tepkiler 1950’lerde ortamın biraz yumuşaması üzerine yeniden ortaya çıkacaktı.

Türkiye’de şapka kanununun çıkarıldığı yıllarda, biraz da bu kanunun ateşlediği fitil dolayısıyla, başka bazı ülkelerde de kılık-kıyafet meselesi ciddi tartışmalara konu oluyordu. Tezin “Bazı Ülkelerde Şapka Devriminin Uygulanması” başlıklı bölümünde özellikle Mısır, İran, Suriye, Filistin, Irak, Afganistan, Hindistan, Pakistan gibi nüfusun önemli bir kesimini müslümanların oluşturduğu ülkelerde serpuş meselesinden kaynaklanan yarılmalar özetleniyor.

“Ye kürküm ye” dünyasında kılık-kıyafetin bu derece önemli sorunlara neden olmuş olması bugünün koşulları içinden bakıldığında tuhaf geliyor olabilir; ama mandacılık, batılılaşma, din, millîyetçilik, muasırlaşma, laiklik, bağımsızlık gibi önemli siyasî konuların bu mesele etrafında tartışılmaya başlanması dolayısıyla başlık stratejik bir önemi haiz olmuştur. İnsanların günlük hayatının önemli bir parçası olan başlığın bu tartışmalarla açık bir siyasî simgeye dönüştürülmesi, insanların siyasî aidiyetlerini kafalarında taşımaya başlamaları, Türkiye dahil, tartışmayı yaşayan bütün ülkelerde gerilimi hızla tırmandırmıştır. Yasaklamalar Türkiye’de başarıya ulaşırken bu konudaki sert tutumu Amanullah Han’ı tahtından etmiştir. Bu nedenle, bu kanunun esas işlevi milletin kafasındaki serpuşu değiştirmek değil, yapılan reformların halk nezdinde test edilmesiydi. Kaç kişinin kendiliğinden şapkaya geçiş yaptığı, kaç kişinin dini daha ılımlı biçimde yorumlama eğiliminde olduğu, kaç kişinin bu adıma karşılık sesini yükseltip taarruza geçeceği oldukça önemliydi. Şapka kanununun, muhalefetin ne boyutta olduğunu görmek ve başını ezmek için etkili biçimde kullanıldığı söz konusu kanun etrafında kopartılan fırtınadan açıkça gözlemlenebilmektedir.

Türkiye’de de şapka kanununa tepkiler Sivas, Kayseri, Erzurum, Rize, Maraş ve Giresun’da gösteri ve ayaklanma biçiminde olmuş, başka yerlerde de bireysel tepkilerini dile getirdiği için Takrir-i Sükûn kanunu kapsamında İstiklâl Mahkemelerinde yargılananlara rastlanmıştır. 1925-1927 yılları arasında İstiklâl Mahkemeleri, şapka kanununu da içine alan bir ölçekte o kadar çok çalışmıştır ki mahkeme başkanı Ali Bey (Çetinkaya) ve üye Kılıç Ali Bey’in ülkede hızla artan nüfuz ve otoritelerinden rahatsız olan Başbakan İsmet İnönü, kaygılarını Mustafa Kemal‘e anlatarak mahkemelerin kaldırılmasına önayak olmuştur.

Salih Bozok, Atatürk ve Kılıç Ali

Kamuran Hanım tezini “Hâlâ Cumhuriyetin kazanımlarından rahatsız olanların varlığı giyiniş biçimleriyle göze çarpmaktadır.” cümlesiyle bitirmiş. Türban/ laiklik siyasetinin doruk noktasında olduğu 2007 senesinde teslim edilen bir tez için bu iddialı cümle hoş karşılanabilir belki. Önemli olan, serpuş meselesinin bugün hâlâ siyasî arenadaki konumlanışın en belirgin göstergelerinden biri muamelesi görüyor olması. Bir sorun vardıysa eğer, buradan anladığımız, o sorunun henüz çözülmemiş olduğudur.

Reklamın neyin reklamı olduğunu hâlâ hatırlayanlar var mıdır? Ben hatırlamıyorum. Oysa, Mazhar Alanson’un bunca medyatikliğine rağmen bana hâlâ garip gelen üslubuyla söylediği o ünlü “Şapkasız çıkmam abi!” cümlesi piknik literatürünün vazgeçilmezleri arasına gireli çok oluyor. Şapka kanunuyla ilgili webde hedefsizce dolaşırken Steely Dan’in The Royal Scam (1976) albümündeki “The Fez” adlı parçaya rastlamak Mazhar Alanson’un esprisinin künhüne varmak açısından güzel bir tesadüf oldu. Önce şarkıya kulak verelim. Bütün şarkı boyunca şu sözler tekrarlanıyor:

No I’m never gonna do it without the fez on
Oh no
Thats what I am
Please understand
I wanna be your holy man

Naçizane tercümesi:

Hayır, asla fesim takılı olmadan yapmam
Ben böyleyim
Lütfen anla
Senin kutsal erkeğin olmak istiyorum

Alanson, Steely Dan’e nazire yapıyordu, üstelik “fes”in (fez) yerine “şapka”yı koyarak (şapka inkılâbı?) esprisine yeni bir boyut daha katıyordu. Donald Fagen’ın bir söyleşisinde kabul ettiği gibi “fes”ten kasıt prezervatifti. Prezervatifsiz yatağa girmeyeceğini söyleyen kahramanımız fesin “kutsal” anlamına da atıfta bulunarak kur yaptığı hatuna onun “kutsal erkeği” olmak istediğini söylüyordu. Provokatif olduğu söylenebilecek sözlerin Mazhar Alanson’un “kel”ini göstermeme bahanesine dönüşmesi eğlenceli gerçekten.

Mazhar Alanson

(Bu yazı Orhan Koloğlu’nun “İslâmda Başlık, 1978″ Kitabı Kaynak Alınarak Hazırlanmıştır)

Bookmark and Share

Yazı Hakkında Görüşleriniz