Safahat’ın birinci kitabında, Akif merhum, Köke İmam’ı şöyle konuşturur: Kimse söyletmiyor artık bizi, bak sen derde;“MÜRTECİ!” damgası var şimdi bütün ellerde. Bir fenalık görerek, yapma desen, alnına ta, İniyor hattı selisiyle Kamidi tuğra!
Bu mısralar, ilk defa 1911 yılında yayımlanmıştır. Demek ki, Meşrutiyet döneminden itibaren, yani yüz senedir, ülkemizde bir irtica furyasıdır gidiyor. Neden furya, neden yaygara? Çünkü en çok istismar edilen, kötüye kullanılan bir kavram olmuştur irtica. Ve her devirde, hep bu yaygara ile çok önemli yolsuzlukların, arsızlıkların üstü örtülmüştür. Ahlaksızlıkların üstüne gitmek istiyen dindar insanlar hep bu padişah tuğrası haşmetindeki damga ile damgalanmışlardır. Akif Bey, devam ediyor:
Eskiden vardı ya meydana gezen işsizler:
Hani bir “sayei şahane” çekip her şeyi yer!
Onların bir çoğu ahrarı izam oldu bugün;
Mürteci, nah kafa, bizler. Kerem et, hali düşün!
Meşrutiyet’ten evvel, padişahına sayesinde her şeyi yiyenler, Meşrutiyet’ten sonra da, büyük hürriyetçiler oldu. Akif gibiler ise, onların ithamıyla mürteci sayıldı. Bugünkü yaygın deyimiyle İRTİCACI. Gördüğü fenalıkları, yolsuzlukları, haksızlıkları söyleyince irticacı sayılan Hoca, bu durumu düzeltmenin yolunu da gösterir: Bu yol, ilim yoludur. Çünkü asır, ilim asrıdır. Hem cehaletten kurtulmalı, hem de, aileden başlatmalıdır. Hürriyet fikrini özümsetmedikten sonra, hürriyetin ilanı faydasızdır. Çünkü bal demekle ağız tatlanmaz. Biz ne cehaleti giderebildik, ne de gerekli terbiyeyi verebildik. Bu sebeble, eski devirde padişahın sayesinde diyerek her haltı yiyenler, daha sonra da hürriyetin sayesinde diyerek arsızlıklarına devam etmişlerdir. İrticayı kullananlar, her dönemde kendilerine dokunulmazlık kazandıracak bir gaye, bir zırh bulmuşlardır.
Bu cehalet yürümez; asra bakın: Asrı ulum!
Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.
Sade hürriyeti ilan ile bir şey çıkmaz;
Fikri hürriyeti hazmettiriniz halka biraz.
İrtica konusu, Safahat’ın altıncı kitabı olan ASIM’da tekrar arzı endam eder. Bu eserin ilk yayınlanışı, 1924 yılıdır. Ama değişen birşey yoktur. Daha doğrusu değişme tersine doğru hız kazanmış durumdadır. Çünkü toplumu uyarması ve uyandırması gerekenler, ahlaksızlığa, fuhşa, alkole batmış durumdadır. Mesela şairler.
Şuara dendi mi, birden bire oynar sinirim.
İyi gün dostu herifler, e ne yardakçı güruh,
O ne müstekreh adamlar! Hani bakmak mekruh.
Dalkavukluktaki idmanları sermayeleri.
Onlar azdırdı, evet, başlıca pespayeleri.
Bu sıkılmazlara “medhet!” diye mangır sunarak,
Ne erazil adam olmuş, oku tarihi de bak!
Edebiyyata edepsizliği onlar soktu,
Yoksa, din perdesi altında bu isyan yoktu.
Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab;
Kıble: Tegah başı, meyhaneci oğlan: Mihrab.
Acaba 80 sene sonra durum değişmiş midir? Sadece şairlerimiz değil, yazarlarımız da, sinir oynatan rezilliklere, dalkavukluklara ve dolayısıyla de rezillere azdırmaya devam etmekte değiller midir? Akif Merhum, daha sonra bir emekli Paşa’nın evinde çalıştırdığı Eleni isimli kadınla evlenme teşebbüsüne temas eder. Paşa, önce camiden ve cemaatten uzaklaşır, sonra da Eleni’ye yaklaşır. Kılık kıyafetini bile, 65 yaşına bakmadan gençlere uydurmaya çalışıp gülünç olur. Bir zaman sonra da Eleni asıl niyetine ulaşır. Paşa’nın bütün malına mülküne el koyar. Akif Bey, Köse İmam’ın ağzından anlatmaya devam eder: Kartal’da bir köy düğününde bulunur. Gördüğü, perişanlık, fukaralık ve her bakımdan üzüntü veren bir bitmişliktir. Halbuki 30/40 yıl önce buraları ne şen, ne yeşil ve ne varlıklı bir dünya idi. O zamanlar camiler, son cemaat mahalline kadar dolardı.
Ezanla birlikte toplanan ahali, enli omuzlarıyla birer canlı hisar teşkil ederdi. Bu yaman safların ahengi, müthişti. Sanki yalçın kayalar gibi, yanyana perçinleşmiş olurlardı. Öyle bir cephe kesilirlerdi ki, insan onları silsile haline gelmiş iman sanırdı. Hangi imana dokunsan itmi’nan taşacaktı. Fakat şimdi o yekparelik günleri, o birlik ve bütünlük vakti hayal oldu. Kim derdi ki, bu yalçın kayalar sarsılacak?
Öyle bir sarsıldı ki, devirleri de sarstı.
İman zayıfladı, ibadet azaldı, ahlak can çekişir oldu?
Fakat bütün bu duygusuzluklara ve vurdumduymazlıklara rağmen, ortada ne çözüm var, ne de çözüm teşebbüsü. Yeni nesil, bir sarıklı baş gördü mü, istifade edeyim diyeceğine, “Defol ıskatçı diyor, serei diyor, leşçi diyor.” Onlara bu fikri verenler de, din adına söyleyene, söylenene İrtica tiksintisiyle bakıyor. Kim bu hale getirdi neslimizi diyor Akif ve şöyle dertleniyor:
Hocazadem, ne sülükmüş o meğer vay canına!
Diş bilermiş senelerden beri Türk’ün kanına.
Emiyor fırsatı bulmuş yapışıp, hem ne emiş!
Kene bir şey mi acep, ah o ne doymaz şeyimiş.
Sözün burasında devrin ilim kurumları olan medreseler hatırlanır. Alimler ve onların en köklü kurumları olan medreseler, insanımıza ne verdi? diye düşünülür. Evet, medreseler halka inemedi, çağa ayak uyduramadı diyelim, peki yeni açılan ve onların boşluklarını doldurması beklenen mektepler ne yaptı?
Medreseler ihmal edilmiş, bakımsız ve sahipsiz bırakılmış halleriyle bile, ilimden, irfandan, ahlaktan birşeyleri verebilmiştir. Büyük ümitlerle açılan yüksek okullardan ne fayda görülmüştür? Halbuki bu yeni mekteplere milyonlarca lira akıtılmış, çok önem verilmiş, özen gösterilmiştir. Siyasal Bilgiler (Mülkiye) Tıp, Veteriner, Mühendislik, Ziraat mektepleri, hepsi lazımdı, hiçbirine sözümüz yok. Ancak bunlar kendilerinden bekleneni ne kadar verebildiler. Memleketin hiçbir düzeltecek tarafı kalmamış gibi, gelip sadece dini ilimler veren medreselerle uğraşan bir “şımarık deli” valiye şöyle seslenir:
İşimiz düştü mü tersaneye, yahut denize,
Mutlaka, adetimizdir, koşarız İngiliz’e.
Bir yıkık köprü için Belçika’dan kalfa gelir;
Hekimin hazıkı bilmem nereden celbedilir.
Mesela bütçe hesebatını yoktur çıkaran…
Hadi maliyyeye gelsin bakalım Mösyö Loran.
Hani tezgahlarınız nerede? Sanayi nerede?
Ya Brüksel’de, ya Berlin’de, ya Mançester de!
Biz ne müftü, ne imam istemişiz Avrupa’dan;
Ne de ukbada şefaat dileriz Rimpapa’dan.
Siz gidin bunları ıslaha bakın peyderpey,
Hocadan, medreseden vazgeçiniz, Vali Bey!
Evet, medrese de eskisi gibi çok mükemmel değildi ama, hiç olmazsa, hala özü, sözü bir hocalara sahipti. Bunlar, diğer okumuşların kaçıp hiç görünmedikleri köylüyle hemhal oldular. Köylü ile aynı ruhu taşıyan bu insanlar mesut bir ahenk kurdular. Birlik ve beraberliği sağlıyan, halk ile okumuş tabaka arasındaki irtibatı canlı tutan bu ahenk kafasızca tahrip edildi. Ortaya ikilikler, ikircikler, güvensizlikler ve kopukluklar çıktı. Köse İmam sözün burasında, Konya’nın bir nahiyesinde yaşadığı ibretli olayı nakleder:
Bu nahiyenin ileri gelenleri köydeki öğretmeni kovmuşlar, okulu da kapatmışlar. Hoca bu işe bir anlam veremez ve yolunu o nahiyeye uğratır. Yatsıdan sonra camide vaaz verir. Cehaleti yerin dibine geçirir. Sonra da köye gelmiş öğretmeni kovmanın ne büyük akılsızlık ve iz’ansızlık olduğunu, çok ağır bir üslupla anlatır. “Köylerin yüzde sekseni öğretmensizken, köye tayin edilmiş öğretmeni kovmak ne akıldır!” dedikten sonra duaya geçer. Ama cemaatın amin sesleri pek cılız çıkar. Hoca, bu işte bir bit yeniği olduğunu hisseder ve duayı kısa keser. Yatıya kaldığı ev sahibi Mestan Dayı’dan işin gerçeğini öğrenince şaşırıp kalır ve millete attığı fırçaya pişman olur. “Keşke, daha önce onları dinleseydim” der. Çünkü, Mestan Dayı işin aslını ve neticede de öğretmeni niçin kovduklarını şöyle açıklar:
Köylü cahilse de hayvan mı demektir? Ne demek!
Kim teper nimeti? İnsan meğer olsun eşşek.
Koca bir nahiye titreştik, odunsuz yattık;
O büyük mektebi gördün ya, kışın biz çattık.
Kimse evladını cahil koymak ister mi ayol?
Bize lazım iki şey var: Biri mektep, biri yol.
Niye Türk’ün canı yangın, niye millet geridir;
Anladık biz bunu, az çok, senelerden beridir.
Sonra baktık ki, hükümetten umur durdukça,
Ne mühendis verecekler bize, artık, ne hoca.
Para bizden, hoca sizden deyiverdik. O zaman,
Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman!
Sen, oğul, ezbere çaldın bize akşam karayı.
Görmeliydin o muallim denilen maskarayı.
Geberir camiye girmez, ne oruç var, ne namaz;
Gusül abdestini Allah bilir amma tanımaz.
Yelde izler bırakır gezdi mi bir çiş kokusu;
Ebenin teknesi, ömründe pisin gördüğü su!
Kaynayıp çifte kazan aksa da çamşak çamşak,
Bunu bilmem ki yarın hangi imam paklıyacak?
Huyu dersen, bir adamcıl ki sokulmaz adama.
Bari bir parça alışsaydı ya sen sen, arama!
Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı.
Yanılıp heşbeş eden eden oldu mu, tınmaz da ayı,
Bir bakar insana yan yan ki, uyuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selam ver be herif! Ağzın aşınmaz ya. Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lakin o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbad olur artık odalar,
Örtü, minder bulanır hepsi, bakarsın çamura.
Mestan Dayi, ilim sahibi değilse de irfan ve iz’an sahibi bir köylü olarak konuştukça, Köse İmam’ın ağzı açık kalır. Konuşmasının sonunda da, köye gelen hristiyan su mühendisleriyle bizim öğretmeni mukayese eder. Bizim, halktan ve geleneğinden kopmuş öğretmenimizin yanında bu hristiyanlar, “MAKUL KEFERE”dirler:
Su mühendisleri gelmişti. Herifler gavur’a,
Neme lazım bizi incitmediler zerre kadar;
İnan oğlum, daha insaflı imiş çorbacılar!
Tatlı yüz, bal gibi söz. Başka ne ister köylü?
Adam aldatmayı biliyor kahpe dölü!
Ne içen vardı, ne seccadeye çizmeyle basan;
Ne deyim dinleri batılsa, herifler insan.
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun.
İçki yüzler suyu, ahlakını bir bilsen onun!
İlmi yuttursa hayır yok bu musibetlerden.
Bırakın oğlumu, cahilliğe razıyım ben.
Okuyup birşeyler öğrensin, bir meslek sahibi olsun, derken inancından, mukaddesatından mı kopsun, yoksa cahil bir müslüman olarak mı kalsın gençler? İnasanımız bu iki kötülük arasında ezilip durmuş asırlarca. Yenilik denilmiş, ilim, atılım ve çağı yakalamak denilmiş, eski ve geri buldukları medreseyi yıkmışlar. Ama yerini nasıl dolduracaklarını düşünmemişler. Gözler ve gönüller Batı’ya dönmüş ve taklitçilik okullarımıza da hakim olmuş. Medreseyi yıkıp, onun enkazından mektep yapılmak istenmiş. Kim istemiş bunu? Şimdi adına devrimci denilen, inkılapçılar. Meşrutiyet döneminin güya ilericileri. İrticaya karşı o devrin savaş açanları. İşte sözün burasından, Akif, Köse İmam’ın ağzıyla coşar ve taşı gediğine koyar. Bugün de hala geçerliliği devam eden deyişleri şöyledir:
Çünkü mektep yapacakmış! Ne kolay söylemesi!
Bir kümes yaptığınız var mı ki, bir kaz kümesi?
İnkılap ümmetinin şanı yakıp yıkmaktır.
Size çılgın demiyen varsa, kuzum, ahmaktır.
Yıkmak insanlara yapmak gibi kıymet mi verir?
Onu en çulpa herifler de emin ol becerir.
Sade sen gösteriver, “işte budur kubbe” diye
İki ırgadla iner şimdi Süleymaniye.
Ama gel kaldıralım dendi mi, heyhat, o zaman
Bir Süleyman daha lazım yeniden, bir de Sinan.
Bunların var mı sizin listede hiç benzeri, yok.
Ya ne var? Bir kuru dil, siz buyurun, karnım tok!
Ötmeyin nafile baykuş gibi karşımda, susun!
Köse İmam’ın bu feryadı, “Mürtecisin be İmam!” müdahelesiyle kesilince, “Mürteciyim hamdolsun” der. Mürteci olmaktan dolayı hamdedilir mi, itirazını da şöyle cevaplar Köse İmam: Hani İmam Şafii, “Peygamber’in (S.A.V.) evladını candan sevmek, rafizilikse, yerde beşer, gökte melek şahit olsun ki, ben Rafiziyim” der ya. Ben de mürteciyim diyorum. Bu suretle Köse İmam, daha güzel, daha mutlu ve daha yapıcı olan düne sahip çıkmak, bozulmuş, kökünden kopmuş ve hayırlı bir yenilik ortaya koyamamış bugünü beğenmek irtica ise, işte ben oyum demek istiyor. İrticacı olmamak için, bozuk düzeni onaylamak mı gerekir:
Yıkılan yurduma cennet diyemem, mazurum;
Hani mamure? Harabeyle benim neydi zorum?
Heybe sırtında “adalet” dilenirken millet,
Müşterih olmanın imkanı mı var, insaf et!
Gerçi, zaman zaman “yaşasın!” diye alkışladığımız insanlar ve olaylar da gördük. Fakat, her gelen daha beter edip bıraktı ülkeyi ve insanımızı. Bu sebeple, “yaşasın!” macunu da tumuyor şimdi. Çünkü binlerce parmak yalaya yalaya alıştık, etkisizleştirdik. Köse İmam’ın karnı toktur bu yaşasınlı hürriyet türkülerine.
Ağlasın milletin evladı da bangır bangır
Durma hürriyeti aldık diye, sen türkü çağır!
Rahmetli Necip Fazıl da, hep kurtuluşlardan dertlenir ve derdi ki: “Allah bizi bu kurtarıcılardan kurtarsın!” Her yaşasınlı kurtuluştan sonra içine itildiğimiz batağı görmek, Akif’i de sonunda şöyle haykırtıyor:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı hatta, boğarım.
Boğamazsın ki!
Hiç olmazsa yanımdan koğarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir aşıkım istiklale,
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale.
Yumuşak buşlu isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırma da geç git, diyemem, aldırırım.
Çiğnerim, çiğnerim, hakkı tutar kaldırırım.
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu.
İrtica’ın şu sizin lehcede manası bu mu?
Akif sözlerini bitirirken der ki, “eğer sizin anlayışınızdaki irtica bu ise, ben irticacıyım, suç saysanız da, asacak olsanız da mürteciim:
İşte ben mürteciim, gelsin işitsin dünya!
Hem de baş mürteciim, patlasanız çatlasanız!
Hadi kaanununuz assın beni, yahud yasasız!
Akif’i böylesine galeyana getiren, söz ile özlerin hiç birbirini tutmamasıdır. İstibdattan, baskıdan bahsederek, hürriyet isterim diyerek sürgüne gidenlerin, sonunda iş başına gelince, müstebidin gem almaz soyu çıktıklarını ifade eder. İman ve İslam için çalışmış, Müslümanlar’ın derdine kendine dert edinmiş, vatanın felaketine ağlamış bir dertli gönüldür Akif’imiz. Zamanında onu da irtica ile suçlamışlar. Ancak bugün, vefatının 64. yılında onu suçlayanlar, ya unutulmuşlardır, ya da hayırla anılmamaktadırlar. Akif’imiz ise, gönül sultanlarımızdan biri olarak yaşıyor. Bir vefat yıldönümünde daha Fatiha’larımız onun içindir. Ne yazık ki, onu irtica ile suçlayanların saçmalıkları hala günümüzde bir baş belası olarak yaşıyor. Akif’in eseri ve sevgisi, kalbimizde ve kafamızda yaşadıkça, İnşallah maddeten ve manen düzlüğa çıkacağımız günlerden ümidimiz kesilmeyecektir.

