RSS

Müslümanın Ahı Çıkacaktır Bir Gün

Tarih: Apr 30 2013

Aylardır, yıllardır içimiz kan ağlıyor. Masum Müslümanların başına gelen zulümleri, katliâmları gördükçe yüreğimiz parçalanıyor. Haydi, bizden önceki yani biz dünyaya gelmeden önceki zamanları, yaşananları geçelim, ‘görmezden gelelim’ demiyorum. Onlara doğru uzanmayalım da, bizim bizzat yaşayarak gördüğümüz, duyduğumuz hadiseler ışığında şu âlem-i İslâma, Müslüman milletlere, Müslüman memleketlere bir bakalım. Nedir bu Müslümanların, Müslüman beldelerin çektikleri?

Yarım asırdır dünyada yaşanan hadiseleri iyi-kötü biliyoruz. 1964’teki Kıbrıs harekâtında bizim yaşadıklarımız. 1967 Arap-İsrail savaşları. Yine 1974’teki Kıbrıs savaşımız. Daha sonra İslâm memleketlerinin kendi içlerinden çıkan zalimlerden, deccallardan çektikleri. Üstüne üstlük bunlar yetmiyormuş gibi, bir de Rus-İngiliz ve Yahudî fitnecilerinin dünyayı karıştırma ve huzursuz bırakma harekâtlarından başka, yine bu üç fitnenin tetiklemesiyle Amerika’daki menhus ruhun mühim gücü ve onları oynatan da Yahudî şer cephesidir) şu son yıllarda Bosna, Irak, Mısır, Libya, Pakistan, Afganistan ve diğerleri ile en yakın zamandaki Suriye.

Ne oluyoruz? Âlem-i İslam’da neler oluyor? Neden bu fitne hareketleri; kan, katliâm, barut, gözyaşı hep Müslüman memleketlerde oluyor. Gâvurun ayağına bir diken batsa, dünya ayağa kalkıyor. Yahudîye biri yan baksa hemen, kat kat misilleme yapılarak, sayısız Müslüman katlediliyor. Ve hiç kimsenin, kayda değer bir sesi ve nefesi çıkmıyor. Bu zavallı masum Müslümanların kanı, canı o kadar ucuz mu? Hasis ruhlu kan içici zalimler, kendi küçük ve süflî menfaatleri için, sahipsizleri hiç gözünü kırpmadan, vicdanı sızlamadan katlediyor.

Okyanuslar ötesinden, elin memleketine gelip her tarafı kana bulamanın maksadı ne? Sudan ve aslı astarı olmayan bahanelerle; zavallı ve masum, çoluk-çocuk demeden, kadın demeden, ihtiyar ve alil, aciz demeden katlettiğiniz o insanların yurdundan, vatanından istediğiniz ne? Bir avuç altın mı? Bir varil petrol mü? Başınızı yesin onlar. Ve yiyecek inşaallah! O hasis menfaatleriniz için, zaten asırlardır müstemleke, sömürge olarak kullandığınız o bîçare milletleri, şimdi de kana, gözyaşına boğarak perişan ediyorsunuz. Oralarda koskoca bir tarih gidiyor. Sayısız masum Müslüman gidiyor. Bütün bunlar kimin umurunda? Ama kıyamete kadar devam etmeyeceği bilinen o zulümlerin sonu gelecek ve o zalim alçaklar, hem bu dünyada, hem öbür dünyada zelil ve rezil olacaklardır inşaallah!

(Osman Zengin, Nisan 2013)

Matematikçinin Rüyası

Tarih: Dec 01 2012

Geçen yüzyılın önemli matematikçileri arasında bulunan Bertnard Russel pozitivizmin girdabından ve kıskacından kurtulamamış; belki de sonsuzluk tutkusunu dindiremeden ötelere göçmüştür. Elbette yaşlılık insanı yumuşatıyor ve arayışlara sevk ediyor. Lakin bazıları zayıf görünmemek ve güçlü kalmak için teslim olmuyor. Allah’a sığınmayı zafiyet eseri sayıyor. Halbuki, zafiyetini itiraf etmemek şeytanın yoludur. İman vicdani bir teslimiyettir. Teslimiyet insanı selamete götürür. Bundan dolayı Hazreti Peygamber (asm) İslam’a davet ederken ‘eslim, teslem’ buyurmuştur. İslam, selamete ve iki dünyada da kurtuluşa davettir. Rüstem karşısında İslam’ı anlatan Rebie Bin Amir niçin İran’a kadar geldikleri sorusuna şu karşılığı vermiştir: “Dünyanın darlığından sizleri ahiretin genişliğine, dinlerin zulmünden İslamiyet’in adaletine çıkarmaya geldik.” Buna rağmen nasipsizlerin imana gelmesi dar geçitten geçmesi gibidir. Veya oksijensiz göğe yükselmek gibi zordur.

Bir konuşmada Bertnard Russel’a sonsuzluk tutkusunu ve doyumsuzluğunu nasıl dindirdiği sorulur. Cevabı şöyle olur: “Sonsuzluk ihtiyacını ve tutkusunu matematik sayesinde gideriyorum.” Sayıların sınırsızlığına veya sanal sonsuzluğa sığınmıştır. Bu beni eski kelam ve felsefe kitaplarında hala’nın yani uzay boşluğunun sonsuz olup olmadığı tartışmalarına götürdü. İnsanda aslında bir ebediyet tutkusu vardır. Zaman zaman dünyanın acıları bunu gölgelese de Cenab-ı Hak cibilli olarak insana ebediyet tutkusu vermiştir. İnsana ebediyet mührü ve aşısı vurmuştur. Ölmekten ve ebediyen yok olmaktan çekinir. Bundan dolayı güçlü bir sığınak ve kendisine ebedi bir liman arar. Bu elbette Allah’ın rahmeti ve re’fetidir.

Bertnard Russel

Günümüzde insanoğlu tekasür çağında ve dijital ortamda yaşamaktadır. Bunun getirdiği nispi sonsuzluk duygusu ona geçici ve muvakkat bir tatmin hissi verebilir. Bununla birlikte, bu genişliğin ve fezanın bir merkezi olmazsa insan boşluğa düşer. Cenab-ı Hak, insanı kendisini araması için boşluğa düşürür. Feza ve samanyollarının mutlaka merkezi olması gerekir. Aksi taktirde, bütün kainat anlamını yitirir ve kaosa düşer. Bu da insanı yokluk ve sahipsizlik duygusuna düşürür. İnsan güven kaybına uğrar ve endişe vadilerinde dolaşır. Bundan dolayı ateistlerin veya pozitivistlerin çoğunluğu ahir ömürlerinde iman ve dolayısıyla selamet limanı aramışlardır. Ömrünü inanmadan geçiren Fransız eski Cumhurbaşkanı Mitterrand son yıllarında ilim adamları ile metafizik konuları üzerinde sohbet eder. İnanma ihtiyacı belirginleşmiştir. Meşhur Arap pozitivisti Zeki Necip Mahmud da son demlerinde metafizik alanı keşfetmiş ve sonsuzluğu fiziki alan yerine metafiziki alanda bulmaya çalışmıştır. Halbuki, 1991 yılında akli diklenmenin zirvesindedir ve Taha Hüseyin gibi konuşur. Zeki Necip Mahmut, Müslümanlar tarafından kurulan medeniyetlerin artık tarih olduğundan hareketle “Geçmişle övünmektense Batı’yı örnek alıp Batı tarzı yeni medeniyetler kurmak gerektiğini” savunmuştur. Zeki Necip Mahmut vaktiyle özetle şunları söylemiştir: “Felsefe temelde ilim ve medeniyetten ayrı düşünülemez. Bu sebeple, Batı’nın bilimini alırız ama düşüncesini, kültürünü ve hayat modelini almayız tarzındaki tavır yanlıştır.” Zeki Necip Mahmut, 20’inci yüzyılın başında Mısırlı Taha Hüseyin ve Türk dünyasından muadilleri Ahmet Agayeflerin, Abdullah Cevdetlerin savunduğu düşünceyi savunmuştur. Mısırlı eski pozitivist Zeki Necip Mahmut, İmam Gazali’nin el Maksad el Esna Şerhu Esmaillahi’l Hüsna kitabı ve benzerlerini okuduktan sonra aradığı limana demir atmıştır. Pozitivist amentü insanın kuvvetli anında imana kafa tutar ama zayıf anında yelkenlerini indirir. Şeytanın mütemerrid ve merid olması da bundandır.

İnsan kuvvetli anında şeytan tarafından kafeslenmeye daha yatkındır. Kendisinin üstünlüğünü inanmış ve Allah’a kafa tutmuştur. Hazreti Adem ise zaafını ve fakrını idrak ve ikrar etmiş ve bu onu kurtarmış ve yeniden ilahi hazireye dönmesini sağlamıştır. Teslim olan selamete erer. Bernard Russel merid yani mütemerrid ve hakka asi olarak hayatını tamamlamıştır. Ya da onunla ilgili bizim bilgimizin sınırı budur. En doğrusunu elbette Allah bilir. Matematiğin tatmin etmediğini ve sonsuzluk tutkusunu dindirmediği matematikçiler de var. Bu matematikçiler imanı seçmişlerdir.

Bunlardan birisi Amerikalı meşhur matematikçi Jeffrey Lang’dır. 30 Ocak 1954 tarihinde Connecticut, Bridgeport’da muhafazakar Katolik bir ailede dünyaya gözlerini açar. 1960 ve 1970’li yıllarda kuşağındaki gençler gibi yerleşik değerleri sorgulamaya başlar. Bu sorgulama zamanla dine ve dini kurumlara isyana ve onun ötesinde ateizme götürür. ‘Allah varsa neden şakavet ve acı var?’ diye inkarına ahlaki bir temel arar. Yanlış sorular yanlış cevaplara götürür. Babası bu isyan günlerinde oğlu Jefferey’e: “Bir gün Yüce Varlık karşısında boyun eğecek ve dizlerinin üzerine çökeceksin” demiştir. Yıllar sonra babasının öngörüsü tecelli etmiştir. Bununla birlikte lise ve üniversite yılları ateizmin pençesinde geçer. 10 yıl boyunca manevi buhranı üzerinden atamaz. İman yolculuğuna rüyada çıkar. Hem de defalarca.

Matematikçinin rüyası şöyledir: “Kendimi mobilyasız küçük bir odada görüyorum. Gri beyaz duvarlarda örülü mekanda dikkate değer bir şey yoktu. Ziynet eşyası olarak sadece zemini kaplayan kırmızı-beyaz nakışlı bir halı görünüyordu. Bodrum katlarında bulunan pencerelere benzeyen küçük bir penceresi vardı. Oradan içeriye yüzümüze doğru ışık ve nur huzmeleri vurmaktaydı. Saf halindeyiz ben kendimi üçüncü safta görüyorum. Odada sadece erkekler var. Kadın gözükmüyor. Hepimiz topuklarımızın üzerinde oturmaktayız. Öne doğru bakıyorum. Ortada ve benim solumda tek başına duran beyaz elbise giymiş ve başında sarık olan birisi tarafından yönlendirildiğimizi fark ediyorum. Bu sırada uyanıyorum.” Bu rüya zaman zaman tekrarlanır. Lakin rüyanın peşine düşmez. Fakat rüyayı unutmaz ve hayatı rüyası haline gelir.

Jeffrey Lang

Rüyasından yıllar sonra San Francisco Üniversitesinde matematik dersleri verirken bazı Arap öğrencilerle tanışır. Bunlardan birisi Suudi Arabistanlı talebelerden Mahmut Kandil isimli talebedir. Kendisine bir Kur’an-ı Kerim nüshası hediye eder ve vakit buldukça İslam üzerine tartışırlar. Peşin fikirlerinden kurtulması kolay olmayacaktır. Lakin Mahmut Kandil hem İslam’ı etraflıca bilmekte hem de İngilizceyi akışkan bir biçimde konuşabilmektedir. Matematikçiye kaçacak bir alan bırakmamaktadır. Gençlerin üniversitede namaz kıldıkları yeri merak eder. Mescidin önünden birkaç defa geçer. Mescid ve farkında olmadan rüyada namaz kıldığı mekan bodrum katındadır. Namaz kılan gençlerle tanışır ve şahadet getirmesinin ardından hemen namaz daveti alır. Ve gördüğü rüya bu bodrumda tecessüm eder yani ete kemiğe bürünür. Ondan sonra sabah namazı da olmak üzere vakit namazlarını hiç kaçırmaz. Üniversitede Müslüman talebelerle üniversite yönetimi arasında köprü olar. İslam aleyhinde kendi peşin fikirlerini aştığı gibi üniversite yönetiminin de peşin fikirlerini aşmasına yardımcı olur. Kur’an tarafından fethedildiğini söyler.

Purdue Üniversitesinde matematik alanında doktora çalışması yapar. Raika isimli Suudi Arabistanlı bir Müslüman bayanla da izdivaç eder. Müslüman olduktan sonra kendisini seçilmiş bir topluluğun ferdi olarak telakki eder ve gözyaşlarına boğulur. Bu mutluluğunu başkalarıyla da paylaşmak istemektedir. Onun bu manevi yolculuğuna Lübnanlı ulemadan Hasan Katırcı’nın katıldığı Osman Osman’ın sunduğu El Cezire’de yayınlanan Şeriat ve Hayat programı vesilesiyle muttali oldum. Jeffrey Lang sadece İslam’a teslim olmakla kalmıyor aynı zamanda Batılıları da topyekün İslam’a çağırıyor. Kurtuluşun İslam’da olduğunu ifade ediyor. Bu uğurda Batı kamuoyunu aydınlatıcı kitaplar yazmaktan da kendini alamıyor. Bunlardan birkaçının ismi şöyle: Even angels ask: a journey to Islam in America, Struggling to surrender, Losing My Religion (Call to Help). Kansas Üniversitesinde matematik okutuyor. İslam’ın beşeriyetin son sığınağı olduğunu söylüyor ve bu sığınıktan herkesin hissemend olmasını arzu ediyor. Eski milletini de sonsuzluk sığınağına davet ediyor. Beşeriyeti sıkıntılardan kurtaracak yegane çarenin İslam olduğunu; yaşayarak anlatıyor. Zira İslam, Allah’ın son mesajı ve insanlığa son manevi köprüsüdür. Son sağlam kulp ve bağdır.

(Mustafa Özcan, Kasım 2012)

Müslüman Gençliğin Kalitesi

Tarih: Oct 19 2012

Dostlarımdan adam sarrafı bir akademisyen şöyle yakınmıştı: “Yeni Müslüman nesiller çok kalitesiz yetişiyor. Üniversiteli delikanlılar içinde tahtası sağlam, vasıflı, işe yarar çok az kişi var. Kız talebeler içindeki vasıflılar biraz daha fazla.”
Ramazanda iftarına gittiğim zengin bir iş adamı dostum da hemen hemen aynı şeyleri söylemişti: “Otuz yaşından aşağı gençler içinde iş verip çalıştıracak, randıman alacak kimse bulamıyorum.”
Merhum Üstad Necip Fazıl da ölümünden önce yeni dindar gençler hakkında pek ümitvar değildi.
Benim kanaatim de bu merkezdedir.
Müslüman çok ama kaliteli Müslüman çok az.
Cemaatlere bakmayın siz, onların gençleri elmas değil pırlantadır, gümüş değil hepsi 24 ayar altındır.
1950‘li, 60′lı yılları hatırlıyorum. Az dindar genç vardı ama çoğu ateş gibiydi.
Beş vakit namaz kılan dindar bir üniversiteli. Hem beş vakit namaz kılıyor, hem beş yerden burs alıyor. O beş yerden (daha fazla burs alanlar da varmış!) burs alırken, ötede arkası olmayan çevresiz yetim çocuk bir tek burs bile alamıyor. Ben bu beş burslu dindar genci ne yapayım.
Bundan yirmi otuz yıl önce kendilerine evimde çay ikram ettiğim üniversitelilerin çoğu, çaylarını içtikten sonra teşekkür eder ve müsaade ederseniz bardakları biz yıkayalım derlerdi. Şimdi bu teklifi yapanlar çok azaldı.
Müslüman kesim, nadir istisnalar dışında gençleri iyi yetiştiremiyor.
Vasıflı Müslüman genç fedakâr olur. Büyüklerine saygı gösterir, küçüklerine merhamet eder.
Kaliteli bir genç hatır için çiğ tavuk yemeye hazır olmalıdır.
Resulullah Efendimiz (Salat ve selam olsun ona) bir hadîs-i şeriflerinde “İnsanlara teşekkür etmeyen, Yaratan’a şükr etmemiş gibi olur” buyurmuşlardır. Vasıflı Müslüman genç kendisine yapılan büyün iyiliklere, ikramlara, gösterilen ilgilere hep teşekkür eder. Eskiden mektup yazmak biraz zahmetli idi. Şimdi e-mail göndermek ne kadar kolay. Bunu bile yapamıyorlar. Çünkü onlara öğretilmemiş.
Hangi branşta yüksek tahsil yaparlarsa yapsınlar, bütün Müslüman gençlerin Osmanlıcayı okumaları şarttır. Bu şartı yerine getirmeyenler vasıfsız kalmaya mahkumdur. Efendim ben Veteriner Fakültesinde okuyorum, bana Osmanlıca gerekmez diyenin alnını karışlamak gerekir. Mehmed Akif de veterinerdi! Osmanlıca öğrenmemekte direnen gençlere Akif gibi veterinerler gerek.
Bütün cemaatlerin ve tarikatların bağlılarına, mensuplarına Osmanlıca okuma öğretmeleri gerekir. Latin/Frenk yazısı bizim millî yazımız değildir. Hiçbir Nurcu, Latinci/Ladinci olamaz. Yazıcı Nurcuları, Osmanlıca konusundaki gayret, himmet, hassasiyetlerinden dolayı tebrik ediyor, Allahü Tealanın onlara Kur’an harfleri kadar sevap ve mükafat vermesini niyaz ediyorum. Osmanlıcaya önem veren diğer cemaatleri ve tarikatları da tebrik ediyorum.
Kur’an harflerine sırt çeviren, Latin harlerini benimseyenleri kınıyor ve onlara teessüflerimi sunuyorum.
Müslüman gençlerin yeterli miktarını, İslam’ın mâneviyat komandoları olarak yetiştirmezsek geleceğimiz karanlıktır. Bu dava sıradan adamlarla, cemaat holiganlarıyla yücelmez.
Bize yeterli sayıda fedakâr, feragatli, muhlis, zâhid, kanaatli, büyüklerine saygılı, küçüklerine şefkatli, vasıflı, varlığını Kur’ana, Sünnete, Şeriata, Ümmete adamış, yüksek ahlak ve karakterli süper gençler lazımdır.
Bunları kimler ve nasıl yetiştirecektir?

(Mehmet Şevket Eygi, Ekim 2012)

MÜSLÜMANLARIN İKİ BÜYÜK ZAAFI

Önceki akşam Haber Türk’teki Teke Tek’in konuğu Milli Gazete yazarı Mehmet Şevket Eygi idi.
Eygi muhafazakarlık üzerine, Müslümanlık üzerine, Türkiye’nin hali üzerine çok ilginç şeyler söyledi.
Milli maçın karşısına denk geldiği için çoğu kişi izleyememiştir. Ben kayda aldım daha sonra izledim. Ne mi konuşuldu?
Eygi çok hassas meseleleri anlaşılır bir üslupla tane tane anlattı. Onun muhafazakarlar için, Müslümanlar için söylediklerini bir başkası söylese tefe konulurdu. Hakarete uğrardı.
Gelelim söylediklerine.
Türkiye’nin temel sorununun kalite olduğunu söyledi. Türkiye vasıfsızlık ülkesidir dedi. Cehaletten dert yandı.
Eygi’ye göre; ekonomik kalkınmanın yanına edebiyatı, sanatı, mimarlığı, peyzajı koyamadık.
O yönümüz eksik kaldı. Kültürsüz toplum olduk. Yani, Türkiye muhafazakarlaşmıyor, kültürsüzleşiyor. Fatih Altaylı’nın deyişiyle köylüleşiyor.
Müslümanlar zengin ama kültürsüz diyen Eygi, Müslümanların iki büyük zaafı olduğunu söyledi.
İslamiyet’i anlayamamak. Çağı yakalayamamak.
Uzun sohbette sağlıklı bir toplum olmadığımız, müşterek değerlerimizin ortadan kalktığı ama bunun farkında olmadığımız konuşuldu.
Bunun da ötesinde. Öfkeli, kavgacı, kindar bir toplum olduk.
Eskiden böyle miydik? Hayır.
Eygi gençlik döneminden örnek verdi; İstanbul’un nüfusu bir milyondu. Bu bir milyonun 300-350 bini Rum, Ermeni, Yahudi’ydi. O günlerde bu kadar düşmanlık yoktu. Haklı.
Eskiden bir arada yaşardık. Kimse komşusu Ermeni diye dert etmezdi. Halkın böyle bir sorunu yoktu. Şimdi. Var.
12 milyonluk İstanbul’da yaşayan Ermenileri, Rumları, Yahudileri toplasan 30 bini bilemedin 40 bini geçmez.
Ama düşmanlık had safhada. Düşmanlık tavan yaptı.
Türkiye Hollanda milli maçını hatırlayın. Tribünleri harekete geçirmek isteyenler şöyle bağırmıştı.
Ayağa kalkmayan Ermeni olsun!
Haber Türk, Mehmet Şevket Eygi ile yapılan sohbeti bir kez daha yayınlamalı.

(Mehmet Tezkan, Ekim 2012)